Hikayeye ya da kupayı alamadık diye yazamadığımızı
düşündüğümüz, adına da ‘’Hikaye’’ adını verdiğimiz yazıya nerden başlamak gerek
bilemiyorum.
Kupa alınmadan yazılan veyahut ‘’Şimdilik’’ yarıda kalmış
bir hikaye olsun diyelim bizimkisi de..
2 sezon önceki İzmir macerasında Bursaspor’a karşı yarı
finalde elenerek veda ettiğimiz Türkiye Kupası’nda geçtiğimiz sezon da aynı
noktaya kadar gelmiş rövanş usulü oynanan karşılaşmalarda Fenerbahçe’ye penaltı
atışları sonucu finali kaptırmıştık. Bariz hakem hatalarıyla..
Hem İzmir hem de İstanbul’da göz yaşları utanma denilen şeyi
göz ardı ederek süzülmüştü en atarlı delikanlıların, en metanetli abilerin
yanaklarından. Dökülen yaşlarını rakip görürse sevinir diyerek içine attı bir
çoğumuz da, belki de başlarını yastığa ilk koydukları anda attılar üzerlerinde
biriken hüsranın, hasretin, başarıya açlığın 2 damlaya sığdırılmış halini
içlerinden..
Şehri ‘’O Kupa Bu
Şehre Gelecek!’’ yazılı bayraklarla süslemiş, İzmir’de Fethi Heper ’in yıllar
önce kaldırdığı kupayı tribünlere taşımış, ‘’Maziyi Savura Savura Es’’
demiştik. Tribündeki tüm inanmışlık ne yazık ki sahada bizi temsil edenlere
tesir etmemiş, darmadağın olmuştuk. O sıralarda bir isyan, bir sinir, bir bir
bir bir.. her çeşit duyguyu taşıyan ateşler yükseldi tribünden, yandı
meşaleler.
Sahada yenilebilirsin, tribünde asla!’ydı slogan..
2 senelik yarı final macerasının elbette ki daha fazla
paragrafı vardır fakat bu sene yaşadığımız
3H’ı (Hasret, Heyecan,
Hüzün) tekrar edeceği için kısa
kesiyorum.
Sezona, padişah edasıyla kulüp başkanlığına ambargo koyan,
kimsenin de kendisinin yıkamayacağını düşünen/düşündüren Halil Ünal’ın Mesut
Hoşcan ve ekibinin muazzam çalışması ile saf dışı bırakılmasıyla başlayacaktık.
Yeni yönetimin yaptığı araştırmalar sonucu yüz trilyon
civarı çıkan borç sonrası ben ve çevremdeki bir çok renkdaşım ‘’Malum kişiden
kurtulduk ya, küme düşmeyelim yeter, sonraki seneler Allah kerim’’ modundaydık
fakat takımın başında Ertuğrul Sağlam olunca insan kıyısından köşesinden bir
başarı da beklemiyor değildi..
Pas yüzdeleri iyi vs. derken beklentilerin çok çok yüksek
olmadığı bir sezonda ikinci yarısı başladığında alınacak galibiyetlerle 4. Olma
şansı yaşadığımız bir lig vardı önümüzde. İkinci yarı gelmedi o galibiyetler ve
git gide tatsız sonuçlar, gol atamama ve forvet yetersizliği ile kronik
Eskişehirsporlu rahatsızlığı kansere koşar adım gittik. Bunların üzerine küfür
ile saha kapatma cezaları, passolig falan derken tadı tuzu kalmadı ligin.
Ligteki olanca rutin tatsızlığa karşın kupadaki şanslı
kuralar, iyi sonuçlarla gelinen nokta şehre hayat veriyordu.
2. turdan katıldığımız kupa maratonunda 25 Eylül’de
Çıksalınspor’u sahamızda 7-0 mağlup ettik.
3. turda rakip Alanyaspor’du.. ‘’Bugünkü zaferlerin dünkü
kaptanı’’ yazılı pankart babası vefat
ettiği gün sahaya çıkmış, bugün ise rakip olan futbolcumuz Zafer Şahin’e
açılmıştı.
Ve yine sahamızda oynadığımız maçı 2-0 kazandık.
Daha sonraki turda şanslı kura çekişimiz ve ev sahipliği
devam etti ve bu kez de Belediye Vanspor’u ve Fethiye'yi geçtik.
Akhisar, Bursa ve Sivas ile aynı gruba düştük.
Grup karşılaşmaları hiç de istediğimiz gibi başlamadı ve Akhisar’a sahamızda 2-0 mağlup olduk.
Umutların köreldiği anda Sivas deplasmanından aynı skorla galip dönmemiz
gruptan çıkma yolunda bizleri yeniden umutlandırdı. Bursa’ya deplasmanda
yenilip içerde yenmemizin ardından Akhisar’la deplasmanda berabere kalarak
gruptaki son maçlara girdik. Bizim grupta iddası kalmayan Sivas’ı devirmemiz,
formdaki Akhisar’ın da Bursa’da puan kaybını beklememiz gerekiyordu. O dönemde
alınan sonuçlar, oynanan futbol vs. Akhisar’ın gruptan çıkmayı garantileyen
Bursa’da puan bırakmayacağı yönünde düşüncelere itiyordu herkesi fakat
Bursaspor Akhisar’ı mağlup etti. Bizim de Sivasspor’u yenmemiz sonrası kupada
yarı finale kalmayı başardık.
Diğer grubun birincisi Antalyaspor ile biz, ikincisi
Galatasaray ile de grup lideri Bursaspor eşleşti.
İlk maç Eskişehir’deydi, heyecan yine doruklarda..
Bu kez şeytanın bacağını kıracak ve çıkacağız finale
diyorduk. Şehri bu havaya büründürmek vazifemizdi ve bayraklar, pankartlar
asıldı caddelere, sokaklara, köprülere, apartmanlara..
ESkisi gibi ES, O Kupa Bu Şehre Gelecek! gibi klasikleşmiş sloganların
yanına köprüleri, caddeleri süslemek için söz arayışı vardı. Boyalar hazır,
kumaşlar hazır pankart yapılacaktı fakat hala ortada ‘’İşte bu!’’ denilecek bir
söz yoktu. Tam bu noktada koreografi ve diğer pankartlardaki çizimlerin mimarı
Oktay’dan geldi sürecin sözü.
‘’Hikayelerle büyüyen çocuklar şimdi kupaya uzanıyor’’
Şehrin sokakları yıllar sonra ilk kez bu denli bir bayrak
yoğunluğu yakalamış, kafaların çevrildiği her yerde Eskişehirspor var olmuştu.
Derken ilk maç sahamızda oynandı ve son dakikalarda
yediğimiz golle aklımızda hiçbir şekilde olmayan bir mağlubiyet ile yıkıldık.
Takımın bariz bir gol atamama sorunu vardı ve bu sorun bir şehrin umutlarını
baltalar vaziyette etkin biçimde gözüküyordu.
Sevdikleriyle yediği yemeklerde tabaktaki yemeğin bitmesini
bile kupa finaline bağlayan totemler yapan çocuklar.. Yine mi hüsran?
Cezalı olduğum için giremediğim maç bitiminde stadyumdan
çıkanlar barlar sokağı civarında üstüme üstüme geliyordu, herkesin üzerinde maç
öncesindeki umudun zerresinin kalmadığı asık yüzler..
Derken Sinan’la buluştuk Haller geçidinde..
‘’Hangi pankartı yapmadık ki?’’, ‘’Neyin üstesinden gelmedik
ki?’’ diyebilen Sinan bu kez bu kafadan biraz uzaklaşmış gibiydi. ‘’Antalya’da koyup çıkacağız lan’’ gibisinden girdim
cümleye. ‘’Fikrim var’’ dedim. ‘’Bütün tribünü bu yolda futbolculara
inandığımızı gösteren pankartlarla donatalım’’.
‘’Hangi turu atlamadık ki?’’ kafasına ulaşmak zor olmadı
Sinan için..
Zaten bir hikaye olacaksaydı bizimkisi düpedüz arka arkaya
gelen kolay galibiyetler, dümdüz asfalt olmamalıydı. Engeller olmalıydı kupaya
giden yolda ve o engellere rağmen inanmak anlamlı kılardı o hikayeyi..
Antalya mağlubiyetinin ertesi günü oturduğumuz Hakan ve Ömer’i
ben hiç bu kadar kötü, bu kadar ümitsiz, bu kadar üzgün görmemiştim. Vaziyet
kötüydü..
Başta yakın çevremiz olmak üzere fikri paylaştığımız
renkdaşlarımızın olumlu bakmasıyla ‘’Size İnanıyoruz’’ pankartları hazırlandı ; İspanyolca,
İngilizce, Portekizce, Fransızca ve Türkçe..
Ha bir de ‘’Sana inandık koştuk geldik’’.
Pankartlar hazırlanırken oynanan maçta Bursaspor öne
geçtiğinde bir an ‘’Çıkmasak mı?’’ olmadım değil şahsen. Bunda hem Bursa’ya
şansımızın tutmayışı hem de Galatasaray ile tarafsız bir sahada yarı yarıya
tribünlerle oynanması arzum yatıyordu. Daha sonradan Galatasaray’ın galip
geldiğini öğrenince finalde rakibimiz oldukları için sevindim, ne yalan
söyleyeyim..
Cezalı olmamıza rağmen bu turu alıp geleceğiz inancıyla
Yiğit abiyle ben de düştük Antalya yollarına inanan kardeşlerimizle beraber..
Antalya girişindeki arama noktasındaki yetkili polise cezalı
olduğumuzu ve imza atmak için bir karakola bizi yönlendirmelerini söyledik,
stad civarındaki polis memurlarının bize yardımcı olacakları yanıtını aldık.
Stad civarındaki polislerin 6222 sayılı yasaya hakim olamayışları, bizi
karakola nakletmemeleri derken maç başladı. Kendi imkanlarımızla deplasman
tribünü arkasından Antalyalıların arasına geçerek alelacele taksiyle karakola
ulaştık.
10-15 dk’lık gecikmeyi sordu polisler ve stadın ordan
geldiğimizi, anlaşmazlıklar yaşandığını vs. söylememizle ilk tutanağı imzaladık.
Karakol girişindeki televizyonda Antalyasporlu 8-10 kişi karşılaşmayı takip
ediyordu. Civarda bir yerde izleriz diyerek çıktık dışarı. Karakol karşısındaki
taksi durağına girdik ‘’Tanrı misafiri kabul eder misiniz?’’ gibisinden. Tabi
tabi dedi ağabeyler, oturduk. Şarjı tükenen telefonları şarja takmayı da ihmal
etmedik. Derken devre biterken yedik golü, ‘’Artık çıkaramazsınız’’ dedi
taksici ağabeyler. Karnımız acıkmıştı onca koşturmacada, yakında bir yerden
pide yaptırıp karakolun arkasında yol kenarına oturup yemeye başladık. Bu
sırada 15-20 dk yürüme mesafesindeki
stadyumdan gelen sesle içimiz ürperdi. ‘’Oley oley oley oley, saldır
Eskişehir!’’.
Bizimkiler inanıyordu..
Karnımızı doyurup içeri girdiğimizde skorun 1-1 olduğunu
gördük. Oturduk Antalyalıların arasına. ‘’Sen cezayı nerden aldın?’’vs. klasik
karakol 6222 muhabbetlerinin ortasındaydık. İbnelik değil mi atladık ‘’Biz
Sivas’taki maçtan ceza aldık’’ diye. ‘’Sivas??’’ diye düşündüler, gitmediler
sanırım. ‘’Eskişehir’den geliyoruz’’ dedik. ‘’İyi cesaret’’, ‘’Dikkat edin sizi
harcarlar’’, ‘’2008’de camlarımızı indirdiniz’’ muhabbetleri arasında koyduk 2.
Golü. Yine de temkinli yaklaşıyorlar karakol diye ve Necati’yle gelen 3.
Gol
sonrası hadi siz yavaştan gidin yaptılar. Gidicez tabi amk!
Atladık taksiye Üniversite giriş kapısında indik.
Eskişehir’den geldiğimizi ve ceza muhabbetini öğrenen taksici de ‘’Eskişehir
ha, hiç unutmayacağım sizi’’ diyerek yoluna devam etti. 3. Gol sonrası sağdaki
karşı kaldırımdan stadyum boşalıyor, Antalya taraftarı çıkış yapıyordu. Derken
arkamızdan karakoldaki 2 cezalı Antalyalı seslendi, takip etmişler. Onca yolu
nasıl geldiniz be amk?
Tam da galibiyet selfie’si yapacakken olacak iş miydi şimdi?
Neyse linç olma ihtimali varken kafama aldığım bir yumruk
darbesi ile atlattık mevzuyu. Hoş, 3-1 koyup turluyoruz linç olsak da şeyime
kadar..
Yiğit abi baya kızdı ben yavaş hareket ettim diye falan ama
olsun.
Binbir zorlukla deplasman tribününün olduğu kısma geldik ve
kapıların açılmasını, kardeşlerimizle kucaklaşma anımızı bekledik.
Kapıların açılmasıyla sağdan sağdan tribüne girip sarıldık
bizimkilerle. Belki de en anlamlı zaferle döndüğümüz bu deplasmanın hatıra
fotoğrafını da aldık içerde..
Dışarıda göbek atanlar, çiftetelli oynayanlar, soyunanlar,
birbirinin omzuna çıkıp önüne gelene hunharca sarılanlar.. Mutluluk akıyordu
yüzlerden.
Zafer inananlarındı!..
Dönüş yolunda otobüse yapılan her taşlı saldırı içerdeki
coşkunun fitilini daha da ateşliyor, daha da curcuna katıyordu. Finaldeyiz
ulan!
Şehirden gelen görüntüler güneş gibi doğuyordu otobüsün
içine. Kırılan camlardan giren soğuğu bu görüntüler ve içimizdeki final
heyecanı ısıtıyordu.
Dönüş yolunda finalin Şanlıurfa’da oynanacağı haberi
yayıldı. ‘’Ülkede başka stad mı yok?’’ düşüncesiyle döndük şehre, her neresi olursa
olsun gidilecekti tabi ki.. Yönetimin karar tam açıklanmadan yaptığı itiraz ‘’Gerekirse
İstanbul’da bile oynarız’’ raconu işe yaramış maç Konya’ya alınmıştı. Mersin,
Kayseri ve İzmir dururken Konya olması da soru işaretiydi fakat Şanlıurfa’dan
cazipti. Şanlıurfa’da Gs tribünü 15 bin biz 5 bin olurduk belki ama
taraftar profiline bakıldığında 2-3 binimiz bile oraya yeter kanısı da
mevcuttu.
Yönetim ve taraftar koordineli bir süreç başlatıldı.
Yapılması gerekenler karşılıklı olarak listelendi, hasret duyulan birlik
beraberlik havası hafiften esiyordu. Konya’ya gidilerek stadyumda pankart
asılacak yerlerin ölçüsü alındı ve hazırlıklara başlandı.
Davul, kumaş, boya siparişleri verildi..
Bunun öncesinde maç biletleri 29 Nisan’da satışa çıkacaktı
ve gerek bilet kalmama korkusu gerekse eski günleri, hikayelerde duyduğumuz
‘’Stadyum gişelerinin önünde sabahladık’’ı yad edelim diyerek geceden girdik
bilet kuyruğuna.
Gecenin ortasında cadde ‘’ESES diye inleyecek Türkiye,
şampiyon biz olacağız’’ diye inliyor, ara ara Galatasaray’a selamlar gönderiliyordu
soğuk ve ara ara yağmurlu havada. Böyle bir ortamda civarda oturanların
getirdiği çay kuyruktakilerin içini ısıtıyordu, hikayeye daha da anlam
yüklüyordu.
Saatler ilerledikçe kalabalık daha da artıyor, besteler daha
bir iştahla söyleniyordu. Derken uzun bekleyişler sonucu bilet gişeleri açıldı.
1 TC kimlik no ile 4 bilet alınabilecekti. Herkes paylaştı eşin dostun yükünü,
sıradaki herkes 4’er 4’er çekmeye başladı biletleri. Geceden beklememize rağmen
açıldıktan 1 saat sonra geldi sıra. Yiğit abi kimliğini verdi, gişe
görevlisinin ‘’Cezalı olduğunuz için sistem bilet vermiyor’’ yanıtı dumur etti
bizi. Sıra dışındaki birinden alınan kimlikle çözüldü mevzu, bu sefer de 2. Kez
bilet aldığımızı sanan renkdaşların tepkisi başladı arka sıralardan. Döndüm
anlata anlata çıktım sıradan ‘’Geceden beri buradayız. Cezalı olduğumuz için
arkadaşlarımızın biletini bize vermiyorlar, ben sıradan çıkacağım yerime
başkası girip bileti alacak’’ diye. Anlayışla karşıladılar. Biletlerimizi zor
zar alıp sıradan çıkarken ‘’Geceden beklenir mi ya?’’ diye akıllarınca bizimle
alay eden renkdaşların sabah gişeye neredeyse otobüsle bir durak öte mesafede
olduklarını görmek de ne yalan söyleyeyim hoştu.
Bizim için internetten satışa çıkan biletler 1 saat gibi bir
sürede tükenmiş, Galatasaray biletleri ise hala satıştaydı. Bu durum bile
kupayı ne kadar çok istediğimizi gösterebileceğimiz 348357834 sebepten sadece
birisiydi..
Ertesi gün pankart çalışmalarına başlanacaktı. Malzemeler
temin edildi, duyurular yapıldı. Bu bir hikaye ise bu hikayenin bir parçası
olmak, bir şeylerin ucundan tutmak adına onlarca renkdaşımız akın etti
çalışmaya. Bir yandan açık tribün altında pankart boyama işlemleri oluyor,
diğer yandan da BandoESES kapalı tribünde yeni bestelere prova yapıyordu. Buram
buram heyecan, buram buram gönüllülük..
Çalışmalara erken başlamanın verdiği rahatlıkla 3 geceye
yaydık, yormadan, geç saatlere kadar güle oynaya boyadık sürece adına veren ‘’Hikayelerle
Büyüyen Çocuklar Şimdi Kupaya Uzanıyor’’ ve ‘’Arkanızda biz varız biz
taraftarlar!’’ pankartını.
Maçtan bir gün sonra askere gidecek olan Ferhat, üzerindeki
karabulutlarla İstanbul yollarına düşen Okan ve babası yoğun bakımda olmasına
rağmen ‘’Hastanede yapacak bir şeyim yok, bari burada bir işe yarayayım’’ diyerek
eline fırçayı alan Serkan bu hikayenin başrolleriydi aslında..
3 gece süren pankart çalışmalarının son gününde Ferhat’ın
asker eğlencesine toplanıldı. ‘’Çamlıcan’nın kızları Ferhat diye ağlanır’’lı
oyun havaları ile kurtlar döküldü,
askerden müsaade istenerek vakitlice
stadyumdaki çalışmalara devam edildi.
Geçmeyecek gibi görünen günler su gibi akıp geçmiş maça 2
gün kalmıştı. Takım istasyondan hızlı tren ile uğurlanacaktı. Önceki günlerde temin edilen sisler, meşaleler, torpiller tren istasyonuna nüfuz edecekti. İstasyona gelen takım layıkıyla uğurlandı. Mevzuyu abartarak topçulara atılan torpiller tepkilere neden olsa da, Boffin’e doğru gelen bir torpil sonrası bir renkdaşın yaptığı ‘’Korksun, korksun da orada daha iyi top tutsun’’ yorumu tebessüm ettirdi. İnsan sevdiğini severken öldürürmüş tarzı bir şeyler oldu kısacası, kazasız atlatıldı.
Konya’daki üniversiteli arkadaşlar da takımı orada bekledi
ve layık olan karşılamayı gerçekleştirdiler.
Hazır olan set pankartları ve grup pankartlarının maç sabahı
veya bir gün önceden asılması gerekiyordu. Bu yüzden geceden yola çıkmamız
gerekiyordu fakat ben dahil birçoğumuzun gönlü bu duruma razı gelmedi. O günün gecesi
ve sabahında şehri görememek, yollardaki siyah-kırmızıya bürünüşten yoksun
kalmak , tesislere sığamayışımız falan yaşanması gereken şeylerdi.
Çözüm arandı ve Konya’da okuyan ÜniEsEs genel temsilcimiz
Mehmet’in ‘’Gönderin, hallederiz’’ mesajıyla pankartlar paketlenip maçtan
önceki gün 16.00 hızlı treni ile gönderilip o günün akşamına doğru da
stadyumdaki yerlerine asıldılar.
Bu esnada boş durmuyor ve otobüslerin önüne Amigo Orhan
görselli ‘’Babanız Eskişehirspor!’’ pankartları hazırlıyorduk.
Bugün doğum günümdü benim fakat ne ‘’Hediyen kupa olacak’’
şeklinde yoğunluk oluşturan tebriklere cevap yazmaya ne de bir yerlerde oturup
bir organizasyon yapmaya vakit yoktu. Sadece çalışmalardan biraz erken kaçıp
ailemle yenilen yemek ve ayak üstü üflenen mumlar ve sevdiğim kişiye
ayırabildiğim günün son saatleri..
‘’Ulan, bu sezon cezalıyız ya kesin bir yerde yarı yarıya tribünlerle kupa finali oynarız, o zaman ne yapacağız?’’ dediğimiz gün gelmişti bugün.
‘’Girin cezası neyse öderiz’’, ‘’Hastanede yatıyor gösteririz’’, ‘’Rapor alırız’’ diyen ağabeyler de kupadan öteydi, sağolsunlar.
Hamam organizasyonu bile düşünülmüştü
üzerimizde bir cenabetlik olmasın, işi şansa bırakmayalım gibisinden. Yiğit abi
gecenin 2-3’ünde mesaj atar ‘reis hadi dışarı çıkam ya ben evde duramıyom bi fena oluyom
‘’ diye; O gece uyumak haramdı bu şehre ama
takıma dinç lazımız diyerek saat 4 gibi uyudum. Sabah kahvaltısı için
sözleşmiştik. Uyandığımda saat 7ydi. Özgür ve Serkan’la haberleşip caddeye
çıktım onları beklerken ilkokul Türkçe öğretmenim Selçuk hoca da kaldırımda
birilerini bekliyordu. Okuldan dolayı bir aksaklık olmazsa 4 treniyle Konya’da
olacağını, kendisi gidemezse oğlu Alper’i göndereceğini söyleyen Selçuk hoca ‘’Bu
kez olacak, alacağız kupayı’’ derken bizimkiler geldi ve mekana geçtik.
Yapılan kahvaltı sırasında mekanda çalan marşlarla iyice
moda girilmiş kahvaltı sonrası çalan oyun havasına ben bile iştirak ettim. ‘’Evlendiğimde
düğünümde oynayamam la’’ diyen ben.
Espark önünden kalkacaktı otobüslerimiz fakat Polatkan
Migros önündeki araçların önüne ‘’Babanız Eskişehirspor’’ pankartlarının
asılması gerekiyordu 1 araba oraya geçtik. Pankartları otobüslere bağladıktan
sonra Espark önüne geçtik. Buradaki otobüsler de pankartlarla süslendikten
sonra o mübarek yola çıkıldı..
Biz yola çıkarken bugün bu saatte uyumak haramdı ahaliye. Otobüslerin
kornaları, besteler, torpiller meşaleler ‘’Uyanın laaaan!’’ diye bağırıyordu
adeta.
Balkondan el sallayan teyzeler, kahvenin önünde başlarından
çıkardığı kasketini sallayan amcalar, benim 15 yıl önceki halim gibi bu
konvoyun ne olduğundan habersiz afacanlar..
Trenler, otobüsler,
minibüs/midibüsler, özel araçlar, uçaklar Konya’ya naklediyordu bir şehri.
Yollar’da siyah-kırmızı bayrağa bezenmemiş araç bulmak çok zor, tesislerde
çiftetelli oynamayan bizden değildi sanki. Bir şehir beklenene kavuşma
arzusunda umuda yolculuğa çıkmıştı, inanmışlık hat safhadaydı.
Kupayı aldıktan sonraki gün Bursa'ya, Ediz'e, Sinan'a kalkacak otobüsleri düşünmeye başlamıştık bile..
Koşturmaca ile atlanan doğum gününü
atlamamıştı bizimkiler. Otobüs Afyon civarındayken elinde pastayla arkaya doğru
geliyordu Özgür. ‘’İyi ki doğdun Emre/Angı’’ sesleri arasında pastanın
ortasındaki kalın mumu kestim durdum. Yok lan mum değildi o, daha tanıdık bir
şeydi.. Meşale ulan, pastaya meşale dikmişler, yanıyor.. Otobüsün ön
camlarından çıkan dumanlar, meşalenin dibini adettendir diyerek dilek tutup üfleyerek
söndürme çabalarım hayatımda önemli yer tutacak güzel anlarda kafaya oyn
ardı,
sağolsunlar.
Kabımıza sığmadığımız yolları
aştıktan sonra Konya’ya ulaşmıştık.
Konya caddeleri de merkeze
girildikçe sis, meşale, torpil ile haşır neşir oldu. Stadyum yanına
geldiğimizde okul pencerelerinden sarkan çocuklar hayretle ve heyecanla
bizimkileri izliyor, öğretmenleri çocukları derse döndürmek konusunda çaresiz
kalıyordu.
Yol boyu ‘’Konya’da etli ekmek
yeriz’’ diye dinlenmeye bırakılan boğazların acısı stadyum etrafında bulunan
etli ekmekçide çıkarıldı.
Yolda gördüğümüz Fenerbahçe ürünlü
bir elemana ‘’Burası Eskişehir, forma giyilmediğini bilmiyor musun?’’ yaklaşımı
eleman kadar bizi de afallattı. Ama harbiden Eskişehir’di bugün orası..
Yazının bu kısmını ‘’Duyum’’, ‘’Yaşayanların
anlattığı kadarı’’ şeklinde anlatayım. (Bkz : 6222)
Kapıdaki yoğunluktan ötürü binbir
zorlukla içeri girip saatler öncesinden tribünü dolduran taraftarlarımız içerde
Galatasaray tribünü ile kedinin ip yumağıyla oynadığı gibi oynuyor,
eğleniyordu.
Set pankartlarındaki bütünlük ve
kalite, tribündeki doluluk, coşku.. Galatasaray ile Eskişehirspor arasındaki
bütçe farkı, milyonlarca taraftarlar muhabbeti kadar fark vardı Konya Atatürk
Stadyumu’nda. Saha dışındaki üstünlüğü ele geçirmiştik beklediğimiz gibi.
Takımların sahaya çıkmasına yakın
başlayan Espana ile tüm gözler bizim üzerimizdeydi, hissedebiliyorduk,
muazzamdı..
Bu tür maçlardaki kronik
rahatsızlığımız olan şey yeniden nüksetti ve meşaleler Espana eşliğinde
futbolcular henüz sahaya çıkmadan yandı. Gerçi bu kez hesaba katamadığımız şey ‘’Seramoni’’ydi.
Kaç kez seramonili maç görmüştü ki bu çocuklar?..
Etkili tribün yaptığımız ilk yarım
saatin ardından Galatasaray tribünün yaktığı sayıca az fakat etkili meşaleler,
tribünün konumundan ötürü rüzgarın dumanı sahaya süpürmesiyle birlikte maçı
durdururken hafiften hızımızı kesti.
Tribünde ritmi yeniden yerine
oturturken ilk yarı sona erdi.
Hayatında ağzına alkol sürmemiş
olan ben kazandığımız takdirde Egemen’in özel olarak getirdiği ‘’Esmer bira’’
diye tabir ettiği biraya 45 dk uzaktaydım..
2. yarıya etkili tribün yaparak
başlandı ve 62.22’de kabına sığmayan çocuklar atletleri sahaya atarken yanan
meşalelerle direksiyonu tekrar ele aldık. Tam hızımızı aldığımız dakikalarda
yenilen gol anında yüreklere saplanan acı hakemin maç sonunda bitiş düdüğünü
çalmak üzere ağzına götürmesiyle saplanandan çok çok hafifti..
Önce biz çöktük olduğumuz yere,
sonra baktık sahada olduğu yere çöken çubuklulular..
Kalktık ayağa çağırdık takımı
tribüne.
‘’ŞAAAAMPİYON!’’, ‘’ŞAAAAAAMPİYON!’’,
‘’ŞAAAAMPİYON!’’ diye açıldı kollar.
İstanbul takımlarını tutanların
idrak edemediği, anlam veremediği şeyi anlatan dakikalar bunlardı aslında.
Yıllarca Fethi Heper’in verdiği bu pozla gururlanan
çocuklardık, bu kez o muhtemel pozun arka fonu olur muyuz diyeydi bunca
tezcanlılık, bunca heyecan.
Ulaşılamayana duyulan özlem,
kaybettiğimizde kin ve nefrete dönüşmemiş tarifsiz bir sahipleniş, olmuştu
reaksiyon.
‘’Sen şampiyon olmasan da, kupaları
almasan da, cimbomboma koymasan da; Seviyoruz işte, var mı diyeceğin!.?’’ diye haykırdık
hep bir ağızdan.
Yarım kalan bir hikayenin son paragrafı da ancak
bu kadar güzel bitebilirdi.
Bu dakikalarda yanaklardan süzülen
gözyaşları kupanın değerini alt etmişti..
Başarılarla süren, başarıyla beslenen
ruhlar yoktu bedenlerimizde. Atlatmak zor olacaktı belki ama atlatacaktık.
Sabah ezanına yakın geldik şehre, sabah ezanı okunurken
girdik stadyuma. ‘’Hikayelerle Büyüyen Çocuklar
Şimdi Kupaya Uzanıyor’’
pankartını hikayenin devamında kullanmak üzere bıraktık depoya.
Hani denir ya ‘’En kötü gün bugünse bugün de Eskişehirspor’’
diye. O gün en kötü gün değildi inanın!
2. lig B’den 2. Lig A’ya, ordan
Süper Lig’e, ordan Avrupa maçlarına vs. vs. atladık basamakları.
Bir nevi sefasına denk geldik tarihimizin.
O yüzden akranlarımın hiçbir şekilde pes etmeye hakkı yok.